Okullarda eğitsel kolların yararına inanıyor musun?
Evet, güzel çalışmalar yapılıyor
Hiç bir yararı yok
Bazı kollar okul süresince çok aktifler
 
  
 
 
   
Özel Günler / Atatürk Haftası
 
Anılar
 

Sen Kimsin?

Dumlupınar Savaşı  kazanılmıştır.  Düşman askerleri  kaçmaktadır. Afyonkarahisar hatlarının çözülmesi halinde birkaç Yunan esiri geceleyin Mustafa Kemal’in çadırına getirilmişti. Bunlardan biri muzaffer kumandanın doğup büyümüş olduğu Selanik’ten gelmişti. Sima kendisine yabancı gelmediğinden ve üniformada hiçbir işaret olmadığından, Mustafa Kemal’e sordu:

- Binbaşı mısın?

- Hayır. Kaymakam mı?

- Hayır.

Miralay mı?

- Hayır.

- Ferik mi?

-Hayır.

- Peki, nesiniz o halde?

- Ben mareşal ve Türk Orduları Başkumandanıyım. Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunan kekeler:

- Ben bir başkumandanın muharebe hattına bu kadar yakın bir yerde dolaşmasını işitmiş değilim, der.
(General SHERİLİ)

Vatanı tek başıma savunurum...

23 Nisan 1920... Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılmıştır. Memleketin her tarafından birçok mebus gelmiştir. Bu yeni Meclis’e gelenlerin bir kısmı Ankara’da hiçbir şeyin olmadığım görünce karamsarlığa düşmüşlerdi. Bahsedilen ne yeşil ordu, ne hazine, ne yatacak otel, hiçbir şey yoktu. Sadece Mustafa Kemal...

...Bazılarına bu dava çürük gelmiş olacak ki memleketlerine dönmeye karar verdiler. Bunlar geri dönerlerse Meclis’te huzursuzluk olmayacağım anlayan Mustafa Kemal kürsüye çıktı. O gün pek heyecanlı idi. Mebuslara hitaben:

-İşittim ki bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. Ben kimseyi zorla Millî Meclis’e davet etmedim. Herkes kararında hürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. Ben bu mukaddes davaya inanmış bir insan sıfatıyla buradan bir yere gitmemeye karar verdim. Hatta hepiniz gidebilirsiniz. Asker Mustafa Kemal mavzerini eline alır, fişeklerini göğsüne dizer, bir eline de bayrağı alır, bu şekilde Elmadağ’ına çıkar, orada tek kurşunum kalana kadar vatanı savunurum. Kurşunlarım bilince bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunlarıyla yaralanır, temiz kanımı, mukaddes bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. Ben buna ant içtim.

Diye gürleyince herkesi bir heyecan dalgası sardı. Hiçbiri gözyaşlarını zaptedemiyordu.
(Enver Behnan ŞAPOLYO)

Yunan Bayrağını yerden kaldırınız...

30 Ağustos 1922 günü sabahı Başkumandan Mustafa Kemal cephede dolaşırken binlerce insan ve hayvan cesedi karşısında duygulanmış, şunları söylemişti:

- Bu feci manzara bütün insanlığı utandırabilir. Ama bu, meşru bir vatan müdafaasının tabii bir neticesidir. Fakat Türkler başka milletlerin vatanında aynı şeyleri yapmayacaklardı. Bizi mecbur ettiler.

Yerde yatan bir Yunan bayrağım işaret ettikten sonra:

Bayrak, dedi, bir milletin istiklal alametidir. Düşmanın da olsa hürmet etmek gerekir.

Yurdumun toprağı temizdir...

Kral Edward İstanbul’a geldiği zaman, yalından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı’na yanaştı. Atatürk rıhtımda onu bekliyordu. Deniz dalgalıydı. Kralın bindiği motor, inip çıkıyordu. İmparator rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değerek tozlandı. O sırada Atatürk elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören kral, bir mendille elini silmeye çalışırken Atatürk:

- Yurdumun toprağı temizdir, o elinizi kirletmez, diyerek Kral’ı elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi.
(Enver Behnan Şapolyo)

Mekke’ ye şapka ile gireceksin...

Atatürk sağ iken, büyük islam kongrelerinden birine biz de çağrılmıştık. Kongre, Mekke’de toplanacaktı. Atatürk’ün bir delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk.

Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğüriden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istiyordu. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl Türklerin bunda manevî bir hissesi olacaksa, on milyonlarca Müslüman ya geri, ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mı idi?

Biliyordu ki Mekke’ye şapka ile gidilemez. Ama daha iyi biliyordu ki başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştireceğini zanneden bir cemiyet de ne gerilik, ne de kölelikten sıyrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör’ü çağırdı:

- Mekke’ye gidip beni temsil edeceksin, dedi.Türk’sün ve Müslümansın. Türklük, Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Müslüman milletleri medenîleşmekten alıkoyan batıl taassup seni parçalamağa bile kalksa, başım vereceksin, fakat eğilmeyeceksin.

Edip Servet Tor, Mekke’ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerin en fazla itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında, Kemalist Türkiye’yi efendice temsil etti.(Falih Rıfkı Atay)

Büyük adam ölünce...

Yıl 1938. On Kasım...

İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçenin üzücü haberi duyulmuş... Bir Alman Profesör var, Hukuk Fakültesi’nde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi, bir türlü karar veremiyor. O sırada rektöre başvurmak aklına gelir. Kalkar, yanma gider. Aralarında şu konuşma geçer:

- Efendim, kararsızım. Acaba ne yapsam?

- Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılırsa onu yapın. İşte o zaman Alman Profesör kollarını  iki yana sarkıtarak:

- Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki... der.

O’na dünya ağladı...

Büyük yas günündeydi. İki küçük ilkokul öğrencisi, ellerine geçirdikleri bir gazetede Atatürk’ün tabutunun resmine bakıyor, başbaşa hüngür hüngür ağlıyorlardı.

O sırada yoldan geçen yabancı ulustan bir deniz subayı, çocukları görünce birdenbire durdu. Çocukların elindeki gazeteyi ve baktıkları resmi görmüş, niçin ağladıklarım anlamıştı. Kesin ve sert bir selam vererek kendi kendine:

- Ne yazık ki Türk değilim...diye mırıldandı.

Fakat...O da ağlıyordu.